Avrupa’da ırkçılık virüsü eski tarihlerden beri yaygındır ve bunun etkisini en şiddetli şekilde gösterdiği ülke Almanya’dır. Hatırlanacağı üzere bu vahşet hastalığının sadece 2. Dünya Savaşı’nda dünyaya maliyeti 60 milyon ölü, milyonlarca yaralı, sakat ve milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilmesi olmuştur. Avrupa’nın büyük bir bölümü verilen tahribat yüzünden yıkılmış, yaşanmaz hale gelmiştir.
Savaşta asker-sivil 7 milyon insan kaybına uğrayan ve büyük bölümü yıkılan Almanya’yı tekrar ayağa kalkabilmesi için gerekli işgücü yetmediğinden yabancılar davet edilmiş, bu çerçevede Türkler de 1961 yılından itibaren ülkeye gelerek imar, sanayi ve kalkınma faaliyetlerinde rol almaya başlamıştır.
Gerek savaşın galiplerinin dayatmaları gerekse savaş sonrası Alman devlet adamlarının tavır ve taahhütleri bu topraklarda Nazizm ve benzeri canavarlıkların tekrar yeşeremeyeceği yolunda dünyaya mesajlar verilmiştir. Görülen ırkçı yaklaşımlar ‘Hitler döneminden kalma birkaç yaşlı nazi’ye mal edilerek hafife alınmış, geçiştirilmiştir. Fakat 80’li yıllara geldiğinde canavar tekrar dişlerini göstermeye başlamıştır. Önceki çıkışını Yahudi aleyhtarlığı üzerine inşa eden Nazilik, bu sefer gerekçe ve hedeflerini ülkedeki Türkler ve diğer yabancılar üzerinden yürütme yolunu seçmiştir.
1 Haziran 1981 yılında ilk „IRKÇI“ saldırı
Bu bağlamda ilk ırkçı cinayet 1 Haziran 1981 yılında Ludwigshafen’da işlenmiş, Seydi Battal Koparan isimli, Türk Stander Greif adlı motorsiklet çetesi üyelerince öldürülmüştür. Bunu bir yıl sonra Hamburg’da 26 Mayıs 1982’de Semra Ertan adındaki 25 yaşında bir Türk kızının yabancı düşmanı baskılara karşı kendisini yakarak intiharı izlemiştir. Tüm bunlar yaşanırken Alman siyasilerinden politikacılarına nerdeyse tüm kesimler kafalarını kuma gömme yarışına girmişlerdir. Bu hadiseden bir ay sonra Schleswig-Holstein’a bağlı Norderstedt kentinde Tevfik Gürel (26) aşırı sağcılar tarafından öldürüldü. Yetkililer bunlara karşı tedbir almak yerine yabancılar konusunu gündemde tutmaya gayret ederken saldırılar başta zenciler olmak üzere diğer kesimlere de yayılma istidadı göstermeye başlamıştır.
1985 yılının Haziran ayında Hamburg’da Mehmet Kaymakçı (29) Neonazi dazlaklar tarafından vahşice öldürüldü. Aynı yılın Aralık ayında yine Hamburg’da 30 kişilik ırkçı grubun vahşi saldırıyla Ramazan Avcı (26) hayatını kaybetti. Hemen tüm hadiselerde failler yaşlarının küçük oluşu vs gibi bahanelerle göstermelik cezalarla kurtuldular.
1988 yılında ise ilk toplu katliam ve yakma hadisesi gerçekleşti. 17 Aralık tarihinde Nationale Front mensubu Josef Seller (19) Bavyera’nın Schwandorf kentinde Türklerin ikamet ettiği evi kundaklayarak Osman Can (49), eşi Fatma (43) ve çocukları Mehmet’in (11) ölümüne yol açtı. Kundaklamada Jürgen Hübner (47) adlı bir Alman da öldü. Bu katliam ustalıklı şekilde kamuoyuna unutturulan bir hadise olarak kaldı, katil bir müddet cezaevinde kaldıktan sonra tekrar halk arasına karıştı.
Mölln’de 3 Türk
İki Almanya’nın birleşmesinden sonra iyice azgınlaşan ve saldırılarını arttıran Naziler, 23 Kasım 1992’de, Hamburg yakınlarındaki Mölln’de 3 Türk’ü, Bahide Arslan (51) ve torunları Ayşe Yılmaz (15) ve Yeliz Arslan’ı (10) katlettiler. Bu hadisenin katilleri de gülünç cezalarla kurtuldular. Bu dönem tüm Almanya’da yabancılar konusundaki tartışmaların ayyuka çıktığı bir dönemdi.
Solingen’de 5 Türk katledildi
Kamuoyunda daha büyük yankılara yol açan katliam ise 29 Mayıs 1993’te Köln yakınlarındaki Solingen kentinde yaşandı. Naziler Türk ailenin kaldığı evi kundaklayarak Gülsüm İnce (27), Gülistan Öztürk (12), Hatice Genç (18), Hülya Genç (9) ve Saime Genç’i (4) katlettiler. Dünya çapında tepki çeken katliamın failleri de yaşlarının küçük olduğu gerekçesiyle ufak cezalarla kurtuldular, halk arasına karıştılar.
3 Şubat 2008’de Ludwigshafen kentinde 9 Türk’ün ölümü ile neticelenen yangının dosyası kısa bir incelemenin ardından kapatılarak rafa kaldırıldı. Savcılık ve emniyet ne yangının çıkış sebebini ne de failleri bulamadı.
Bu sırada kamuoyu Alman medyasının ve yetkililerin üzerinde ısrarla dönerci cinayeti, esnaf cinayetleri, mafia cinayetleri, namus cinayeti, alacak-verecek kavgası, Türk-Kürt çatışması, Alevi-Sünni çekişmesi gibi akla gelebilecek her türlü dezenfermasyon ve karartma uyguladığı NSU cinayetlerinin mahiyetini bilmiyordu. 2000-2006 yılları arasında Almanya’nın değişik kentlerinde 8 Türk, 1 Türk’e benzetilen Yunan ve 1 Alman polis memuru aynı tip silahtan çıkan kurşunlarla infaz edilmişti. Ayrıca Türklerin Caddesi olarak bilinen Köln’deki Keupstrasse’de bomba patlatılmış (2004), 29 kişi yaralanmıştı. Hadiselerin failleri 4 Kasım 2011 tarihine kadar içinde banka soygunları ve bombalamaların yer aldığı bir dizi hadiseden sonra yine bir banka soygununun ardından deşifre oldular. Eisenbach kentindeki Sparkasse şubesini soyan 3 kişiden ikisi (Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt) vatandaşların ihbarı sonucu polisçe kıstırıldıkları karavanda intihar ettiler. Üçüncü sanık Beate Zschaepe, 5 gün sonra polise teslim oldu. Karavanda çıkan belgelerden Nasyonal Sosyalist Untergrund adlı yeraltı hücresinin işledikleri cürümlerin dökümü de ortaya çıktı. Ayrıca çetenin emniyet, istihbarat ve idari çevrelerce korunduğu, kollandığı ve yönlendirildiği tespit edildi. Mahkeme safahatında ise tüm suçlamalar 3 kişi ile sınırlandırılarak adeta işin arkasındaki güçler koruma altına alındı.
Tepkilere rağmen bundan sonra da saldırı ve cinayetler yaygınlaştıkça yaygınlaştı, yabancılara yönelik saldırılar sıradan hale geldi. Bu güne kadar ırkçı düşüncelerle yapılan saldırıların sayısı binlerle, işlenen cinayetlerin sayısı artık yüzlerle ifade edilmektedir. Toplum, uyum tartışmaları, İslam tehlikesi, cami düşmanlığı, mülteci sorunu gibi tartışmalar içinde sürekli Nazi fikirlerinin kucağına itildi. Irkçı saldırılara paralel şekilde medyanın, siyasilerin ve etkili odakların Türklere, Müslümanlara ve diğer yabancılara saldırıları, suçlamaları da yükseldi. Sınır tanımayan ırkçı saldırılar işi mahkeme salonlarında cinayet işlemeye kadar vardırdı. Merve el-Şirbini 1 Temmuz 2009’da, Dresden kentinde, mahkeme salonunda başörtüsünden dolayı hakarete uğradı ve 19 bıçak darbesiyle öldürüldü.
Bu yaşananların ve duyarlı çevrelerce gösterilen tepkilerin Nazi çılgınlıklarına karşı toplumu uyarması beklenirken gelişmeler tam tersi istikamette yaşandı. Irkçı düşünceler bir avuç memnuniyetsiz lümpenin ideolojisi olmaktan çıktı, orta sınıf içerisinde geniş taban buldu ve siyasetin gündemini belirler hale geldi. Sağ, sol ve merkezdeki tüm meşru partiler, AfD gibi yabancı karşıtı, Türk ve İslam düşmanı bir partinin yüze yakın milletvekiliyle Bundestag’a girmesinin ve eyaletlerde Başbakan tayin edecek güce erişmesinin yolunu açtılar.
Hanau’da 5’i Türk 9 yabancı
İlk yabancı düşmanı eylemlerin başladığı 1981 yılından bu yana Nazizm’in Almanya’da iktidara yürüyüşü neredeyse önlenemez bir hale geldi. Bu atmosfer içerisinde, Almanya’nın değişik yerlerinden bir araya gelmiş 12 ırkçı militanın, 10 ayrı yerde 10 camide katliam yaparak iç savaş çıkartacak bir eylem hazırlığındayken yakalanmasının ardından Hanau Katliamı yaşandı. 5’i Türk 9 yabancı ırkçı bir eylemcinin kurşunlarıyla katledildi. Hadisenin arkasından alışageldiğimiz gibi belli çevreler ‘Almanya’da böyle bir şey nasıl olabilir’ moduna girdiler. Aynı çevrelerin üç-beş gün sonra ‘ama efendim yabancılar şöyle yapmasa, mülteciler de böyle olmasa, Türkler de fazla ileri gitmese’ türünden tartışmalarla katilleri ve arkalarındaki çevreleri koruma-kollama alışkanlıklarını sürdüreceklerini biliyoruz.
Şunu da biliyoruz; Almanya’daki ırkçı saldırılar bugün biz Türklere, Müslümanlara, yabancılara zarar veriyor görünse de bu gidişat bu şekilde sürdüğü müddetçe görülecektir ki bununla kalınmayacak Almanya’nın ve Avrupa’nın geleceğini karartacaktır. Bu sebeple bu virüsün girdiği damarlardan sökülüp atılması herkesten önce Almanya’nın menfaatleriyle ilgilidir. Bizden söylemesi.