Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağ partilerin yükselişi ve bunun meydana getirdiği sarsıntının doğru dürüst tahlili yapılamadan devletler kendi iç dertlerine yoğunlaşmak zorunda kaldılar. Devam eden savaşlar, ekonomide denizlerin hala dingin hale gelmemesi ve daha önemlisi siyasi çözümsüzlük çıkmazından kurtulamayan Avrupa ülkelerinin idarecileri kendilerini yoğun bir baskı altında hissediyorlar.
Söz konusu yoğun baskı sadece politikacılarla sınırlı değil; halk da yoğun bir baskı altında ve gittikçe geleceğinden daha çok endişe eder hale geliyor. Gelecek endişesi içerisindeki toplumlarda sıkça görüldüğü gibi bu durum kitlelerin hızla uç düşüncelere kaymasına, makulden uzaklaşmasına yol açıyor. Başta Avrupa’nın iki büyük ülkesi Almanya ve Fransa’da bu gidişat ve sebebiyet verdiği endişeler daha yoğun şekilde hissediliyor. Ve bu aslında bütün Avrupa’yı etkiliyor.
Fransa, aşırı sağa karşı biraz da usullerin ve geleneklerin dışına çıkarak bir hamle yaptı ama bu suların durulduğu anlamına gelmiyor. Almanya’da ise yapılan eyalet seçimlerine bakıldığında aşırı sağın ortak çatısı haline gelen AfD’nin (Almanya için Alternatif) yükselişinin hiçbir engele aldırmadan sürdüğü görülüyor. Bunun sebeplerine inilmek istendiğinde Almanya’yı bugüne getiren köklü merkez partilerin politika üretme konusundaki tıkanmışlıkları hatta beceriksizlikleri dikkati çekiyor. İki ana parti SPD (Alman Sosyaldemokrat Partisi) ve CDU (Hıristiyan Demokrat Birliği), Almanya için politika üretmekten ziyade günü kurtarmak için göstermelik çıkışlarla vakit kaybediyorlar. Bu vakit kaybı Almanya’ya çok pahalıya mal olacak sonuçları bünyesinde barındırıyor. Bu sebepledir ki artık Almanya ve Avrupa Birliği hiçbir dünya meselesinde öne çıkamadığı gibi kendi iç meselelerinde bile başta ABD olmak üzere başka ülkelerin dayattığı gündemlere mahkûm yaşıyorlar.
Aşırı sağ partilerin güçlenmesindeki etkenlerin başında mülteci probleminin, gittikçe yükselen ırkçı dalgaların, yabancı düşmanlığı parantezinde sonuçlarına şahit olduğumuz Türk ve İslam düşmanlığının geldiği biliniyor. Irkçı gruplar bulanık ortamlarda kitlelerin yersiz korkularını harekete geçirerek toplumu yönlendirme konusunda gayet başarılı bir yol izliyorlar. Hükümetteki partilerin ve ana muhalefetteki Hıristiyan Demokratların meselenin çözümünü aşırıların toplumda huzursuzluğa yol açan tehlikeli talep ve davranışlarıyla mücadele yerine onların güya argümanlarını ellerinden almak saflığıyla dümen suyuna gitmekte bulmaları endişelerin artmasına yol açıyor.
Ukrayna ve Filistin’de devam eden kanlı savaşlar ile İsrail’in savaşı başta Lübnan olmak üzere diğer komşu ülkelere yayma girişimlerine karşı Alman devletinin ve halkının zihin konforunu ziyadesiyle bozmuş durumda ve bu da yine ırkçıların ekmeğine yağ sürüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük ölçüde galip ülkelerin de baskısı ile Almanya’nın uyguladığı savaş bölgelerinden uzak durma politikası tamamen terkedildi ve Almanya anlaşılmaz bir şekilde savaşın, saldırının, yıkım ve katliamların tarafı haline geldi. Savaş suçlusu kompleksinden hala sıyrılamamış bir ülke için bu zor bir imtihan anlamına gelmektedir. Savaş çığırtkanlığı Almanya’nın gerçek davranış şekli olması gereken soğukkanlı bir tutumla sosyal, siyasi, ekonomik sahalarda gerçekçi bir düzlemde düşünüp adımlar atmasının, iç ve dış barış için herhangi müspet bir rol oynamasının önüne geçiyor.
Halbuki hem dünyanın hem Avrupa’nın ve daha ziyade Almanya’nın hızla yıllar boyunca dillendirdiği değerlere dönmesi gerekmektedir. Başta ırkçılık illeti olmak üzere toplumda huzur ve güveni yok etmekte olan tehlikelerden kurtulmanın başka bir yolu görünmemektedir.