Hayat ve ekonomi
Bu yazı yazılırken Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tur kavgası sürmekteydi. Öte yandan halkın karşısında seçimi kim kazanırsa kazansın veya kim kaybederse kaybetsin halkı iyice rahatsız edici hale gelen bir ekonomi gerçeği var. Günlük hayatın ana belirleyicisi konumundaki ekonomimiz uzun zamandır ne yazık ki iyiye dönük işaretler vermiyor. Bu bir yana tarafların temelsiz hamasi çıkışlar dışında ümit veren planlarının da olmadığı görülüyor.
Ekonomimizin iyi olduğu ve gelecek için ümit verdiği yıllarda yapılan analiz ve tahminlerde 2023 yılı için öngörülen ve vadedilen ekonomik hedeflerin ne yazık ki hiç birisi gerçekleşemedi. Tek haneli işsizlik, tek haneli enflasyon gibi milli gelir, ihracat, büyüme gibi hedeflere de ulaşılamadı. Cari açık, enflasyon ve işsizlik girdabı geleceğe ümitle bakmak isteyen halkı tam anlamıyla boğar hale geldi.
10 yıl önce hükümetçe açıklanan şekliyle Türkiye’nin 2023’teki kişi başına düşen milli gelir hedefi 25 bin dolardı. O zamanki ekonomik hareketliliğe bakıldığında bu gayet makul görünmekteydi. Ancak zamanla değişen ekonomik programlar buna imkansız kıldığı gibi ülkeyi 10 bin doların altında bir seviyeye geriletti; bu gerileyiş ne yazık ki anbean sürmekte.
Her şeyin yolunda göründüğü yıllarda iddialı olduğumuz konulardan birisi de dünya ekonomileri arasındaki yerimizin yükseleceği konusuydu. Dünya ekonomileri sıralamasında 16-17. sıralardaki Türkiye, 2023 hedefinin dünyanın 10 büyük ekonomisi arasında girmek olduğunu deklare etmişti. Ancak günümüzde 23. sıraya gerilediğimiz acı gerçeği ile karşı karşıyayız.
Sorumluluk mevkilerinde oturanlar dövizdeki yükseliş, ithalat-ihracat dengesi, cari açık hatta enflasyon gibi konular gündeme geldiğinde kolayca ‘bütün dünyada benzer sıkıntılar var’ tezine sarılıyorlar. Küreselleşen dünyada başka ülkelerdeki ekonomik hareketlerin başkalarını da etkilediği bilinen bir gerçektir. Fakat dünya ekonomileri sıralamasındaki değişim her ülkenin olumsuzluklardan benzer şekilde etkilenmediğini gösteriyor. Mesela çok yönlü ambargo altındaki İran bile sıralamadaki yerini yükseltirken Türkiye gibi Rusya’nın da sıralamadaki yeri geriliyor. (Açıkçası İran’ın Türkiye’den daha üst sıralarda yer alması ağırıma gidiyor.) Bunlar ve benzeri örnekler aslında bize ekonomik programlar ve ekonomi yönetimlerinin ne derece önemli olduğunu gösteriyor. Yanlış program ve kadrolarla doğru sonuçlar elde etmek mümkün değildir.
Kıyasıya bir rekabetin hüküm sürdüğü dünyada ancak ehliyetli, liyakat sahibi ve her şeyden önce ülke ve milletini düşünen kadrolarla ve onların hazırlayacağı programlarla başarılı olabilirsiniz. Türkiye son 10 yıldır bu sıkıntıyı yaşamaktadır. Sıkıntıyı arttıran başka bir husus, ekonomiyle ilgili neredeyse tüm konuların yaygın şekilde hırsızlık, yolsuzluk, usulsüzlük, kayırmacılık ve israf ile birlikte anılıyor olmasıdır. Bu durum ülkemizi sadece ekonomik olarak değil başta siyaset olmak üzere başka alanlarda da alt sıralara itmektedir.
Türkiye açısından önümüzdeki yılların çok sancılı geçeceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur. Bu gerçek herkes tarafından görülmesine rağmen durumu tersine çevirecek köklü bir ekonomi reformu hatta devrimi hususunda bir ümit ışığı görülmemektedir. Zaten seçim süreçlerinde de Türkiye’nin en önemli meselesinin ekonomi olduğu gerçeğine rağmen gündemde gerektiği gibi yer almamış, iş sloganlarla ve karşılıklı suçlamalarla gargaraya getirilmiştir. Akla gelen her alanda beka meselesi dillendirilirken ekonomik çöküntünün bekamıza etkileri gözardı edilmiştir. Halbuki sağlam bir ekonomiye sahip olmayan, sanayi üretiminde geri, tarımda dışa bağımlı, hayvancılığını ithalata bağlamış, döviz ve enflasyon baskısı altındaki bir ülkenin güvenlikte de istediği seviyede olamayacağı açıktır.
Hayat standartlarımızı yükseltecek olan güçlü ekonomidir; güçlü bir ekonomi ise güçlü bir idarenin alacağı doğru, etkili, akılcı ve dünya gerçekleriyle örtüşen kararlara bağlıdır. Türkiye eğer beka meselesini halletmek istiyorsa zaman geçirmeksizin bu makul yola girmek zorundadır. Gerisi boş laftır.