Türkiye’den Almanya’ya başlayan işçi göçü iki yıl sonra altmışıncı yılına girecek. Bir milletin hayatında kısa görülebilecek bu süre, kendi başına ele alındığında aslında çok uzun bir döneme tekabül etmektedir. Bu süre içerisinde yaşananlar sadece acısıyla tatlısıyla toplum hafızasına kazınan hatıraları değil, bunlarla birlikte yapılması gereken önemli hesaplaşmaları ve dersleri de bünyesinde barındırmaktadır.
İşçi göçü başladığında, bir yanda savaştan çıkalı henüz 15 yıl olmuş ve harabeleri hala temizlenmemiş, yaraları sarılmamış bir Almanya vardı. Öte tarafta ise savaşa girmeyen, ama nerdeyse savaşanlar kadar sıkıntı ve yokluk içinde bocalayan, bilhassa siyasi ve iktisadi istikametini hala tayin kavgasındaki bir Türkiye söz konusu idi.
Almanya hesaplarını uzun vadeli yapma gayretindeyken biz gelecek dövize, ülkede azalacak işsizliğe ve Avrupa görmüş insanlarımızın fazlalaşacak olmasına razıydık. Bir planımızın ve öngörümüzün bulunmayışı, her karşılaştığımız problemi yaşadığımız ülkenin şartları, kuralları ve imkanları ile çözmeye çalışma yerine, çoğu zaman beyhude çabalarla ve el yordamıyla halletmeye yöneltti. Yarım asrı geçen süre içinde Türkiye’de bir sürü hükümet değişikliği yaşandı, darbeler yapıldı, partiler ve liderler gidip geldiler, anayasalar yapılıp bozuldu, sistemler kurulup yıkıldı, ancak yurt dışındaki insanlarımızın hayatı ve gelecekleriyle alakalı üzerinde çalışılmış, programlanmış bir döneme bir türlü ulaşamadık. ‘Saldım çayıra Mevlâm kayıra’ anlayışı hep sürdü.
Her şeye rağmen insanlarımız zaman içerisinde daha ziyade sivil toplum teşebbüsleriyle önemli adımlar atmayı öğrendiler, hayatlarını kolaylaştıracak, istikballerini garanti altına alacak birçok kazanımlar elde ettiler. DİTİB örneğindeki gibi devletin önayak olması veya arka çıkması halinde bazı şeylerin daha etkin ve verimli hale geleceği görüldü. Bu sebeple Türkiye’deki her yeni dönem, yurt dışındaki insanlarımız arasında yeni ümitlerin yeşermesine yol açtı. Bu bağlamda 2002’deki hükümet değişikliği yurt içindekiler gibi yurt dışındaki insanlarımız için de büyük bir ümit kaynağı olmuştu. Güçlü bir hükümetle Türkiye’nin hem içte hem dışta ülkesi ve milletiyle layık olduğu yere tırmanacağına inanılıyordu. Ak Parti iktidarının ilk yılları bu ümit ve güvenin pekişmesini sağladı. Yurt dışındaki insanlarımızın anayasal seçim hakkının sürüncemeye sokulması, holdingzedeler gibi mağdur edilmiş grupların problemlerine yüz çevrilmesi, ekonomi, eğitim, kültür, ayrımcılık, Türk düşmanlığı gibi konularda ağırdan alınması ve çözümlerinin hayali Avrupa Birliği (AB) üyeliği sonrasına bırakılması bile bu ümitleri uzun süre köreltemedi.
Ancak Türkiye enerjisini bir müddet sonra içte ve dışta verimli kullanma yerine boşa harcamaya yöneldi. Kapatma davaları, örtülü darbe tehditleri ardından gelen hukuki kumpas süreçleri, anayasa değişiklikleri, ekonomide dizginlerin elden kaçırılması, milli güvenlik ve dış politikada içine girilen hesapsız dönemler meselelerin ele alınıp çözülmesindeki gerekli sağlıklı mantık çizgisini terk ettirdi. Bunun ardından iş, ülkenin istikbalinden ziyade iktidarın istikbali kavgasına dönüştü. 15 Temmuz hain darbe girişimiyle üst noktasına varan süreçte yurt dışındaki vatandaşlarımız problemlerinin çözümünü talepten ziyade kendilerinden talep edilenleri zor şartlarda karşılama telaşına düştüler. Türkiye’deki sağlıksız siyasi kavga nerdeyse tüm safhalarıyla yurt dışında da yaşanırken, doğan gerginlik ortamını gayet iyi değerlendiren Almanya bırakınız vermesi gereken yeni haklarımızı vermeyi, yıllarca mücadele ederek elde ettiğimiz haklarımızı da her fırsatta budama yoluna gitti.
Almanya’nın çoğu kez açık Türkiye düşmanlığı görüntüsü veren akıl almaz tasarrufları sinirlerimizi gererken, buna karşı mücadelede ne gibi bir yol izlememiz gerektiği hususundaki eksikliklerimiz faturanın sürekli bize kesilmesine yol açıyor. Politikayı, bilhassa dış politikayı bir satranç oyununa benzetenler, bir hamle yapıldığında ardından gelecek ne kadar fazla hamle hesap edilebilirse oyunda o derecede avantajlı olunacağını ifade ederler. Almanya’da son 4-5 yılda yaşananlara bakınca, neredeyse tek bir hamlenin bile hesabını yapamadığımız zehabına kapılıyoruz. Elinde uzun vadeli bir planı ve yol haritası olduğu izlenimini veren Almanya, tek bir haklı talebimizi yerine getirmediği gibi, her seferinde bizi yeni bir taahhüdün ve dayatmanın kurbanı yapıyor. Bize ise yaşananların ardından kızmak, küsmek, bağırıp-çağırmak kalıyor. Neden? Çünkü 60 yıl oldu, hala bir planımız ve belirgin bir hedefimiz yok.