60 yıla yaklaşan işçi göçünün asıl failleri olarak yurt dışına giden işçilerimizin, ailelerinin, çocuklarının, daha sonra dünyaya gelip aynı hayata iştirak eden ikinci ve üçüncü nesillerin kaderlerinde geçen on yıllara rağmen değişmeyen en mühim ortak noktaların ilk sırasını herhalde ‘sahipsizlik’ almaktadır.
Rejimler, sistemler, hükümetler bir yana, dünya değişmekte ancak eski tabirle ‘gurbetçimizin’ sahipsizliği değişmemekte, üstüne üstlük daha katmerli hale gelmektedir. Dilimizdeki ‘saldım çayıra Mevlam kayıra’ deyimi sanki 1960’lı yıllarda köyünden kasabasından koparak ekmek parası ve iyi bir gelecek uğruna Avrupa’nın yaban illerine gelen insanlarımız için özel olarak icat edilmiştir.
Yıllarca ‚döviz deposu‘ muamelesi gören insanlarımız, eğer oy kullanma hakkı elde ederlerse politik bir güç haline geleceklerini düşünerek büyük mücadeleler verdiler. Uğraşılar sonucu yarım yamalak da olsa seçme hakkı elde edinilmesine sevinilmiş, Türkiye’deki siyasilerin dertlerimizi daha yakından takip edip, çözüm üretecekleri hayal edilmişti. Ancak seçilme hakkının parantez dışında bırakıldığı bu hak, sadece ve sadece yurt dışının artık ‘oy deposu’ görülmesiyle neticelendi.
‘Güçsüz hükümetler’ elinde acizleştirilmekten şikayet eden insanlarımız ‘güçlü hükümetler’ döneminde yaban yurtlarındaki paryalar konumuna indirildi. Hemen hiçbir problemlerine çözüm getirilmediği gibi, dertlerini dahi dinleme tenezzülünde bulunulmadı. Haklarında alınan kararların çoğundan ancak uygulamalar başlandığında haberdar edildiler. Ankara, kendisinden kaynaklı sıkıntıları giderme yolunda kılını kıpırdatmadığı gibi, vatandaşlarımızın yaşadıkları ülkelerdeki sıkıntılarına da müdahale etmedi. Dile getirilmek istenen her dert, ya ceberrut bir parti/devlet reaksiyonu ile bastırıldı veya parlak gelecek hayali vaadleri ile örtülerek gizlendi. Feryadın ayyuka çıktığı zamanlarda problemler, görevleri Türkiye’den gelen her işaretle ayağa kalkıp gürültü yapan, alkışlamak veya yuhalamaktan başka maharetleri bulunmayan odakların çabalarıyla duyulmazlığa mahkum edildi. Yurt dışında yaşayan insanlarımız hakkındaki her karar ve uygulama, yapmacık bahanelerin arkasına sığınılarak meşrulaştırıldı. Uçak biletlerinin yüksekliğinden askerlik bedellerine, tatillerde yaşanan sıkıntılardan borçlanarak emeklilik konularına birçok konuda nüfuz simsarları ve bindirilmiş kıtalar insanlarımızın hak mücadelesini etkisizleştirmek için her şeyi yaptı.
Kendi vatandaşına karşı alınan her kararı, yürürlüğe sokulan her uygulamayı savunmayı görev edinenler, aynı alışkanlıklarını yabancı ülkelerin aleyhimizde aldıkları kararlarda da ya susarak veya topu saha dışına atarak sürdürmekteler. Ucunun kendilerine dokunduğunu zannettikleri kayıkçı kavgası türü çekişmeler dışında hiçbir mühim meselemiz için kılını kıpırdatmayan, insanına hızla yabancılaşan asalak bir güruh oluştu. Ankara’ya gittiklerinde mutena bir köşe, Ankara’dan gelenler olduğunda sahte bir gülüş ve sırt sıvazlamaya tav olan bu çevreler, ne yazık ki son yirmi yılda insanlarımızı talepsiz ve tepkisiz bir toplum haline dönüştürmeyi büyük bir ustalıkla başardılar. Avrupa’daki Türkler, ‘kafasına vur, ekmeğini elinden al’ noktasına getirildi. Tüm bunlar yaşadığımız ‘sahipsizlik’ olgusunu ferdî psikolojik bir hal olmaktan çıkararak sosyal bir duruma dönüştürdü.
Türkçe yasakları, İslamofobi, yabancı düşmanlığı, ırkçı saldırılar, mabetlerimizin ve derneklerimizin yakılması, kamuda ve özeldeki ayrımcılık, medyadaki aşağılama çabaları, eğitimde fırsat eşitsizliği ve baskılar, sosyal ve ekonomik hakların sistematik şekilde yok edilmesi, doğrudan kimliğimize yönelik hakaretler gibi sayabileceğimiz birçok hususta toplumumuz görünmez bir cenderenin pençesinde suspus haldedir.
Son haftalarda karşımıza çıkan ve yurt dışındaki birçok ülkeyi kapsayan, insanlarımıza Türkiye’ye geldiklerinde acil vakalar dışında doktor müdahalesini yürürlükten kaldıran, insan sağlığını, uluslararası anlaşmaları ve teamülleri hiçe sayan yeni uygulama için Almanya ve diğer ülkelere cesaret veren, işte bu işaret ettiğimiz noktalara gelmiş olmamızdır. Bu akıl almaz istek, kamuoyunca
doğru dürüst duyulmadan, üzerinde tartışılmadan, adeta gönüllü bir teslimiyetle kabul edildi ve yürürlüğe sokuldu. (Haberi Öztürk’te.) Her şeye rağmen sivil toplum kuruluşlarımızın cılız da olsa tepkileri, ilgili resmi kurumlarımızın yalan yere de olsa direnişleri bizleri memnun edecek, belki de sahipsizliğimize sahte de olsa merhem etkisi yapacaktı. Ancak bunları da göremedik.