Siyasi çalkantı ve terör saldırılarıyla birlikte ekonomik krizler ne yazık ki makus talihimiz olmaya devam ediyor. Ak Parti’nin 2002’de başa geçmesi ile başlayan 4-5 senelik ‘cicim’ yıllarının ardından yine 4-5 sene süren ‘mirasyedi’ yılları yaşandı; onun ardından ise son 3-4 yılı için ‘çöküş’ diyebileceğimiz gerileme dönemini yaşadık. Siyasette, ekonomide, dış ilişkilerde toplumun geniş kesimlerince benimsenen barışçıl, kucaklayıcı, demokratik, gelişmeci söylem ve uygulamalar Türkiye’yi içerde huzurlu ve müreffeh, dışarıda saygı ve kabul gören bir konuma getirmişken, kumpas davalarıyla içine girdiğimiz girdap içte ve dıştaki istikrarımızın altına yerleştirilmiş bomba işlevi gördü, tedbir diye düşündüklerimiz daha büyük problemlere yol açtı. Ak Parti kucaklayıcı söyleminden giderek uzaklaştı, belki de gücün verdiği aymazlıkla hala sürmekte olan bir yanlışlar silsilesinin faili konumuna geldi. Girdiği her seçimi kazanması, çıkan her problemde kendisi dışında bir suçlu bularak sorumluluktan sıyrılması, zayıf ve etkisiz muhalefetin beceriksizliğinin verdiği rehavet ve parti içi işleyişin giderek tek sesliliği benimsemesi karşılaşılan kritik noktalarda etkin bir muhasebe (özeleştiri) ve doğru istikamet tayini konularında zafiyetler meydana getirdi. Başlangıçta ‘düşman’ bilineni dosta dönüştürmek için gösterilen gayretin yerini, herkesi en ufak bir fırsatla düşmana dönüştürme kolaycılığı aldı. Bilhassa ‘sonradan gelenler’ Türkiye’deki büyük dönüşüm için ne fedakarlıklar yapıldığı, ne bedeller ödendiğinin şuurundan uzak, onları sadece bir istismar alanı gören, iktidar gücünden ve nimetlerinden yararlanmayı esas alan tarzları ile işlerin tersine dönüp sarpa sarmasında önemli rol oynadılar. Neticede Ak Parti, arkasındaki büyük halk desteğine rağmen tüm konularda sıkıntılı bir Türkiye’nin iktidar partisine dönüştü. Darbe teşebbüsü, siyasi çalkantılar, terör ve savaşın bizi getirdiği son nokta hissedilir ekonomik kriz oldu. Hükümetin bu krizi yönetmekte de gerekli başarıyı gösteremediği görülüyor. Başbakan ile diğer ilgili bakanların nerdeyse tüm sözleri birbiriyle çelişiyor. Doların yükselişi karşısında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın gayret ve halkı yanına alan çağrıları olmasa yaşanan görece düzelmenin bile sağlanamayacağı biliniyor. Bu hengamede nerdeyse devletin tüm organlarının, durumu herkesle kavga yaparak düzeltebileceklerini zannetmelerini anlamak mümkün değil. İçine çekildiğimiz kavga ortamı, fetö’sünden pkk’sına terör örgütleriyle mücadeleyi zaafa uğrattığı gibi, birçok dış politik konuda da derdimizi anlatabilmemize mani oluyor. Her kafadan gayesi ve hedefi belirsiz bir ses çıkıyor. Dış politika, hamasi söylemlerle değil diplomatik ağırlıkla sonuç alınabilecek bir alandır. Ucunun nereye varacağını düşünmeden ahkam kesen sorumsuzlar, hükümete ve Türkiye’ye en çokta Erdoğan’a faydadan çok zarar vermektedirler. Günümüzde Avrupa’da yaşananlar bunu göstermektedir. Üzüm yemeye değil de bağcı dövmeye dönük çıkışlar, sadece bazı kişilerin kendilerini siyaset arenasında göstermesine ve egoların tatminine yol açmaktadır. Halbuki Türkiye’nin akıllı, planlı, programlı, sonuç alıcı, kalıcı ve yararlı eylemlere ihtiyacı vardır. Toplumu sıkıntıya sokacak kahramanlıklara değil, problemleri çözücü soğukkanlı atılımlara ihtiyacımız vardır. İçinde bulunduğumuz ekonomik savaş ortamından başarıyla çıkmamız da buna bağlıdır. Bu alanda yapacaklarımızın Avrupa’yı batırmak için değil, Türkiye’ye katkı maksadıyla yapıldığını başta Almanlar olmak üzere muhataplarımıza anlatamazsak hiçbir sıkıntıya çare olmamız mümkün değildir. Hem Avrupa’daki insanlarımızın huzur ve refah içerisinde, barış ortamında yaşayabilmeleri, hem de Türkiye’nin sıkıntılarından bir an önce kurtuluşu için azim ve kararlılık kadar akıllı ve şuurlu olmak ta gerekmektedir.